Bu fotoğrafa ne zaman baksam içime garip duygularla doluyor. Bazen neşeli bazen hüzünlü. Bazen yenilenmiş bazen yıkık dökük. Bazen coşkulu bazen bitkin. Aslında yaşadığım bu dönemi fotoğraflamışım bu fotoğrafta. Öyle oluyor ki hayatımın baharında çiçekler açan saksı her yanım, kimi zaman kapısız, merdivensiz bir evim. Ben de bu fotoğraftaki gibi ortadan ikiye bölünmüş; bir yanı yenilenmiş, onarılmış, çiçeklerle bayraklarla süslenmiş, bir yanı ise kapısız merdivensiz kalmış, dış duvarları yıkılmış, ayakta durmasına vesile sağlam kalan diğer yanı olan işte bu ev gibiyim. Kim böyle değilki aslında? Üstelik böyle bir zamanda... Her insanın sağlam kalan boyanmış duvarları, penceresinde çiçek açan saksıları vardır elbet, ya da yıkık dökük olan duvarları, göçmüş merdivenleri... Önemli olan virane olmadan yenilemek her yanımızı. Teslim olmamak çürümüşlüğe. Yoksa yazık olur böylesine güzel tasarlanmış bir mimariye.
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın ilk romanı olan bu kitabı okuyalı bir kaç ay oldu. Kitabı bitirdiğimde yarım kalmış bir kitabı okumuş gibi hissettim. Ancak Tanpınar alışılmışın dışında bir üslup ve teknikle kitabı ele aldığı için kitabı anlayamadığımı ya da bazı bölümleri anlamadan geçtiğimi düşündüm. Tabi bu düşüncemin temelinde birçok karakterin sayfa sayısı az olmasına rağmen romana dahil olması ve bu karakterler arasında kaybolmam ve hikayeden kopmuş olma fikridir. Eseri daha iyi anlamak için araştırma yapmayı düşündümse de şu ana denk hep erteledim. Yaptığım kısa bir araştırma neticesinde romanın zaten yarım kaldığı ya da kasten tamamlanmadığı şeklinde görüşler olması beni rahatlattı. Ayrıca Tanpınar bu eserde bazı roman ilke ve tekniklerine uymaz. Romandaki olayı bir ya da birkaç kişiyi merkeze alarak anlatmayıp, romana dahil olan tüm insanların merkezinde az veya çok şekilde anlatır. Bu durum bana da olduğu gibi kişiyi romandan kopma, anlayamama, bağlantı kuramama sorunlarına neden olur. Buna gerekçe olarak "Bu bir medeniyetin romanıdır. Medeniyet ise insanda sembollesmistir. Ne kadar çok insan anlatılırsa medeniyetin kavranması, medeniye ait ayrıntıların tecessümü o derece kolaylasacaktır." şeklindeki bu düşünce gösterilmektedir. Tanpınar romanında bu konuya şu şekilde değinmiştir. “...sen bir medeniyetin iflası nedir, bilir misin ? dedi. İnsan bozulur, insan kalmaz; bir medeniyet insanı yapan manevî kıymetler manzumesidir." Alıntılardan anlaşılacağı üzere romanın konusu amacı insan ve medeniyettir. Tanpınar medeniyeti insanda aramamızı söyler. Medeniyet yalnızca yapılar eserler adetler değildir. Medeniyet insanın ta kendisidir. İnsan bozulursa medeniyet bozulur. Bu bakış açısıyla Mahur Beste romanında bir medeniyetin çöküşünü konu edinmiştir. Medeniyetin çöküşü ise yalnızca insanın çöküşüyle mümkündür. Askeri, siyasi ve ekonomik zayıflıklar medeniyetin çöküşü için temel gerekçeler değildir. Tüm bunlar göz önüne alındığında bazı roman ilke ve tekniklerini göz ardı ettiğinin farkında olan Tanpınar, kendisine yöneltilecek eleştirileri tahmin etmiş olacak ki kitabında şu satırlara yer vermiştir. "Hem nereden ve kim benim roman yazdığımı size söyledi? Ben sizin hayatınızı yazıyorum. Roman ayrı bir şey. Belki daha güç bir iş. Belki de gücümün üstünde kalacak kadar güçtür. Benim yaptığım sizden dinlediğim gibi hikayenizdir." (s. 158) Böylece anlayacağımız üzere Tanpınar'ın derdi roman yazmak değildir. Amacı bize bizi bizden dinledikleriyle anlatmaya çalışmaktır. bu konuda son derece başarılı olmuştur.
Kitabın ismiyle ilgili şu bilgilere ulaştım. Mahur beste olarak bahsettiği beste, Eyyubi Bekir Ağa’nın “Bir afet-i meh-peyker ile nüktelerim var” adlı eseridir. Dinlediğimde beni çocukluk belki de bebeklik zamanlarıma götürdü. Kış günü bir köy evinde ramazan ayında iftar vakti ve aynı zamanda babamın ormandan eve gelmesini beklerken siyah beyaz televizyonda tek kanal olan TRT kanalında duyduğum tınıları çağrıştırıyor. (Eseri yazının sonuna ekledim.)
Gerek kitap olan eserden, gerekse musiki eserinden esinlenen Atilla İlhan, şu dizeleri yazmıştır.
“Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız
O mahur beste çalar müjganla ben ağlaşırız.,
Dipnot olarak şunu da söylemek isterim ki dizelerde geçen müjgan bir kadın ismi değildir. Öyle olsa büyük harfle yazılırdı. Müjgan kirpikler demektir. yalnızlığı kimsesizliği belki de ayrılığı terkedilişi temsil eder.
Henüz lise yıllarıydı. Köyümden uzakta gurbette eğitim görüyordum. Ailemden ayrı olmanın vermiş olduğu yalnızlık hissi ile koca bir eğitim yılını zorlukla geride bırakmış ve artık köyüme gitmemin şafağını gün gün sayıyordum. Şafak buya çabuk geçer derlerdi ve geçti de zaten. Artık köyümde özlediğim o yaşam koşullarında tatilimin keyfini çıkarıyor ,zaman zaman yayla, zaman zamansa köyümde yeşillikler içerisinde bol bol oksijen alıp hayata tebessüm ediyordum. Ailem henüz hayvanlarını satmamış kardeşimin orta okulu bitirmesini bekliyordu. Kardeşimin okulu bitince hayvanları satıp eğitim gördüğüm şehire yerleşmenin planları yapılıyordu.
Bizim buralarda yazın yaylada yaşanır. Çünkü hem hayvanlara geniş otlak alanları oluşturulur, hem de köydeki kış için ekilen ekimleri hayvanlardan uzak tutmuş olunurdu. İşte bu sebepten yaylada bulunurken rutin yayla hayatını yaşıyordum. Sabahları 6:30 da kalkılır, kahvaltı bazen yapılır bazense hayvanlar dağa sürülüp geldikten sonra yapılırdı. Dağa sürülen hayvanlara ise akşam saat 18:00 gibi gidilir, dağdan toplayıp eve ahırına getirilirdi. Günlerden bir gün kardeşimle ben sis gelmeden hayvanları dağdan almak için acele ederek gidiyorduk. Öncelikle hayvanları günün o saatinde bulundukları bölgeye gittik ve hayvanları bulduk. Bulduk ama hayvanları toplayıp yola sokana denk sis üzerimize çöküverdi. Fakat sonuçta biz doğma büyüme oralıyız ve yol bulma gibi bir tereddüt içinde değiliz. Taşına toprağına bakar, evimizin yolunu gene buluruz diye öz güven içerisinde kardeşimle ben, bazen sohbet ederek bazense ıslık çalarak hayvanlar önümüzde biz arkada eve gidiyoruz. Gidiyoruz ama henüz ne bir ev ne bir yol görebilmiş değiliz. Sis çok yoğun ve havada gittikçe kararıyordu. Şunu da söyleyeyim yerimizde bir yabancı olsa kendini korku filmi sahnesinde hissederdi. Neyse her şey yolunda giderken biranda hayvanlar yön değiştirdi. Sanki biz Eblehe olduk hayvanlarsa mamut haşa Kâbe'yi yıkmaya gidiyoruz. Ebabil kuşları da gelse tam olacak hani. Hayvanlar yönlendirdiğimiz yere gitmiyor, gitmedikleri yetmez gibi hepsi de aynı yöne yönelip kaçma çabasındaydılar. Ama biz müsaade etmemekte kararlıydık. Bu sırada hava iyice kararmış akşam ezan sesi karşı tepeden duyulmuş, sis ise hala üzerimizde kara bulut gibi duruyordu. İşte bu şartlarda hayvanlarla uzunca zaman inatlaşma kavgası sürdürdük fakat hayvan buya bizden daha inat çıktı ve zafer onların oldu. Dedim ki kızarak gidin bakalım nereye gideceksiniz zaten akşam oldu sizle mi uğraşacağım. Dedim ama nereye bırakıyorsun, geçim kaynağı onlar. Bizde kaybolmasın diye peşlerine takıldık, takıldık ama nere gittiğimizden herhangi bir bilgimiz yok. Hayvanlar önde biz arkada gidiyoruz bir yerlere. İnat zaferinin vermiş olduğu mutluluktan olsa gerek, hızlarına zorla yetişiyoruz. Derken bir an çok ürktüm, çünkü hemen ilerimizde yerleşim alanı ve evlerin çatısı sis arasında bir görünüp bir kayboluyor. Köpek sesleri koyun seslerine karışmış durumda ve ben "işte şimdi yandık kim bilir kimin köyüne indik" derken sisin hafiften kalkmasıyla görünen çatıların bizim yaylanın evlerine ait olduğunu görünce kardeşimle yüz yüze bakıp epeyce bir kendi kendimize güldük . Yaşananları düşündükçe, öz güven içinde kim bilir hayvanları ev diye nereye götürecektik. Şükür ki hayvanlarda bizim kaybolduğumuzu anlamış olsa gerek, aynı anda hepsi yön değiştirdiler ve bizi eve götürdüler. O gün akşamı olayı kimseye anlatmadık ki evdekilerin şaka konusu olamayalım. Ama yakın zaman içinde aklıma geldi ve evdekilere anlattım, epeyce güldüler..... Bende sizle paylaşmak istedim.
16.mayıs 2013
03:01
Hoca önce soruyu, ardından cevabı okuyup gülerek yüzüme baktı. Neden güldüğünü yorumlamaya çalışıyordum. Acaba kötü bir değer sahibine iyi insan mı demiştim. Buna mı gülüyordu. Korku ve endişeyle karışık, utanmış ve kızarmış yanaklarımla, belli belirsiz öğretmenin gülüşlerine sırıtarak cevap verdim. Sonra hoca kağıda dönüp "tutumlu ne demek bilmiyorsun ama iyi bir şey olduğunu biliyorsun. İki puanı hak ettin." diyerek benim bu cevabımı kısmen de olsa pekiştirdi. Belki de bu olaydan dolayı hayatım boyunca girdiğim tüm sınavlarda, bilmediğim sorularda dahi hiç boş bırakmayıp kesinlikle bir şeyler yazdım ve bu davranışımın çok ekmeğini yedim. Teşekkürler Cevdet hocam. İki puan bana çok şeyler kazandırdı. Bu yüzden olsa gerek ki yalnızca düşünerek kelimelerin, kavramların kökenlerine inip, anlamlarını irdeleyerek, hiç bilmediğim sorular cevapladım. Böylece kendi kendime öğrenmeler gerçekleştirdim. Muhakeme yeteneğim arttı ve felsefi düşünceler içinde kendimi raks ederken buldum. Öyle ki yalnızca evren üzerine düşünüp bir fikir yürüttüğümde, aslında bu fikrin yüzyıllar öncesinden bir filozof tarafından ortaya atıldığını öğrendiğimde, hep kendimle gurur duydum. Demek ki bazı konularda düşünme yeteneğim bir filozofla aynı düzeyde.
İşte böyle sevgili dostlar, bazen okyanusta bir kelebeğin kanat çırpışı kıyılarda metrelerce yükseklikte dalgalar oluşmasına sebep olabiliyor. Buna da zaten kelebek etkisi deniyor.
Her çocuk henüz konuşmayı yeni yeni öğrenirken hayatı da kendince anlamaya çalışır. Bu hayatı anlama çabası içerisinde ilk anladıkları şeylerden biriside paranın değerli olduğudur. Bunun içindir ki her çocuk para almayı sever. Bundan dolayı bu çocuklar okuma yazma bilmeden, sayıları hatta rakamları öğrenmeden, hangi paranın daha değerli olduğunu, gerek renginden, gerekse boyutundan anlayabilirler.
Kaç yaşındaydım bilmiyorum. Henüz bu yaşları yeni bitirmiş ve para saymayı öğrenmiştim. İşte en büyük isteğimi bu yaşta seçtim kendime. Biriktirdiğim paralarla fotoğraf makinesi alacaktım. Nereden düştü aklıma bilmiyorum ama tek hatırladığım şey, bizim buralarda kışın sert havası yerini güneşe bıraktığında, karlar hızlıca erir ve gerek kar suyunun oluşturduğu sellerle, gerekse yağan bahar yağmurlarıyla köyümüz yıkanıp, kışın yorgunluğunu üzerinden atarken, tertemiz olur çıkardı çiçeklerle ortaya. Bizde baharın vermiş olduğu pozitif enerjiyle birlikte, çayırda bayırda oynar bazen çiçek toplar, bazense kelebek yakalamak için koşar dururduk. Bazen yakalardık kelebeği ama çoğu kez kaçmasın diye sıkıca tuttuğumuz için avucumuzun içinde, ya bir günlük hayatları sona ererdi yada uçamaz hale gelirlerdi. Adımız üstümüzde işte, çocuğuz.. İşte bu bahar ayında fotoğraf makinesi hayalini kurup onu kendime hedef edindim. Çünkü baharın çabuk geçtiğini, çiçeklerin hemen solduğunu ve kelebeklerin bir günlük ömürlerinin olduğunu bilirmiş gibi bunları, zaman geçmeden kayıt altına almayı istedim ve sırf bunun için para biriktirmeye başladım. Hatta bundan sonra alabilecek harçlıklarımı da hesaba kattım. Eğer hiç para harcamaz isem yazın yaylada yapılacak olan şenlikte fotoğraf makinemi alabiliyordum. Ama buna rağmen içimde burukluk oluştu. Çünkü o bahar ayında köyümüzde oluşan o olağan üstü güzelliği çekme fırsatını, bir daha ki bahar ayına ertelemek zorunda kalacaktım. Çünkü şenliğin yapılacağı zaman diliminde bahar çoktan geçmiş olup, yazın ortalarına denk geliyordu. Ama olsun deyip teselli ettim kendimi. Hem sadece bahar aylarında güzel değil ki bizim köy, her zaman güzel.Ne yazık ki yazda geçti, şenlikte bitti ama fotoğraf makinemi alamadım. Çünkü para saymasını öğrensek de para biriktirmesini öğrenememiştik. O güzelim manzara, halen aklımda bir resim karesi gibi duruyor. Sadece o resim karesi olsa iyi. Aynı şekilde bir kış günü ve henüz ikindi vakti iken evde çizgi filmimi izliyordum. Derken çizgi film bitince evde sıkıldım ve dışarı çıktım. İşte o an öyle bir güzel manzara ile karşılaştım ki, fotoğraf makinemin olmaması beni çaresiz bırakırken, gördüklerimi ebediyen unutmamak için aklıma çiziyordum. Ben bu düşüncelere dalmışken, güneş sanki tenimizi okşarcasına yatay olarak ışıklarını bizlere saçıyor, kimi çam ağaçlarının dallarındaki karlar düşerken, kimininse dallarındaki kardan yansıyan güneş ışınları gözümüzü alıyordu.
Bütün çabalarıma rağmen fotoğraf makinemi o yaşlarda alamadım. Bu tür isteklerim hayallerim ve duygularımdan olsa gerek ki gençlik dönemlerimde rüyalar görüp, uyandığımda kendimi rüyamda gördüğüm ama gene resmini çekemediğim kareleri, zihnime işlenmiş olarak buluyordum. Ama hayat bu, su gibi akıp geçiyor . İlk fotoğraf makinemi lise biterken aldım ve ilk işim yaz tatillerinde köyümün resmini çekmek oldu. Fakat köyümüzün kış ve bahar aylarında büründüğü o hali okul dolayısıyla hiç bir daha görmek nasip olmadı. Dolayısıyla hayalim gerçekleşmedi. Umarım ki bir gün bahar ve kış dönemlerinde köyüme gitmek nasip olursa eğer, fotoğraf makinem yanımda iken olsun.
16 MAYIS 2013
03:37
03:37
Yazar hikayelerinde toplumsal sorunları ele alırken halkın sosyal ve ekonomik durumunu gözler önüne sermektedir. Öyle ki o zamandan bu zamana toplumda hiç bir şeyin değişmediğini galiba da değişmeyeceği anlayarak umutsuzluğa düşüyorsunuz. Hele kitabın ilk hikayesi olan Portakalı okuyunca o göklere çıkardığımız öve öve bitiremediğimiz toplumun gerçekleri adeta suratımıza çarpılıyor. Böbrek hikayesi ise evet ben bu hikayeyi biliyorum. Bu bana çok tanıdık geliyor diyorsunuz. Çünkü aynı hikaye örgüsünü dedelerimizden, amcalarımızdan yakın çevremizden hep dinledik. Dinlemeye de nesiller boyunca devam edeceğimiz su götürmez bir gerçek. Bahtiyar Köpek isimli hikaye ile yazar kendisine hikayelerinde karamsar olması nedeniyle sitem eden okuyucularına öyle alaycı bir dille suratlarına tokat indiriyor ki o tokatı suratınızda hissediyorsunuz adeta. Hikayenin sonunda kurduğu cümleleri ise hayatınız boyunca unutmak mümkün değil. Hakkımızı Yedirmeyiz hikayesi ise Portakal hikayesi ortak noktalara sahip ancak bu hikayesinde namuslu dindar görünen insanların diğer yüzlerini ortaya çıkartıyor sanki tükürmemizi ister gibi. Cankurtaran hikayesi.ise sanırım hikayeleri arasında en beğendiğim olanı. O kadar gerçekçi ve o kadar derslik bir hikaye ki önemini sözlerle anlatamam. Çilli hikayeside etkileyiciydi. Bir öğretmenin barda yıllar sonra bir öğrencisi ile karşılaşması sonucu başından geçenleri anlatıyor ve bu hikaye bence her öğrenci tarafından okuması gereklidir. Son hikayesi Kurtla Kuzu, siyasi bir olaydan dolayı gözaltına alındıktan sonra yaşadıklarını anlatan belkide Sabahattin Alinin bizzat yaşadığı olaylardan yazılmış olması muhtemel bir hikaye. Kısacası Sabahattin Ali müthiş gözlem ve analiz yeteneğiyle Türk toplumunu oluşturan bütün değerlerin yada değersizliklerin düğümlerini çözmüş sırrrına vakıf olmuş bir yazar olarak hikayeleriyle bizleri tokatlamıştır. Umulur ki bizler okuyup dersler alır ve daha kaliteli ilkeli bir neslin temellerini atarız. Kitapta yalnızca bu hikayeler yok. Ben sevdiklerim arasında bikaç kelam etmek istedim. Sizler diğer hikayeleri sevmeniz olası çünkü her öyküsü ayrı bir güzel. Küçük kısa masalları da çok önemli. Özellikle Sırça köşk ile Koyun Masalı tam bir siyasi masal. Konusu ise birbirine çok benzer. Bir Aşk Masalı ise ütopik bir masalken Devlerin Ölümü ise buzul çağındaki dinazorlardan dev hayvanlardan bahseder gibi görünse de sanki inceden siyasi bir mesaj vererek Sırça köşkle Koyun masalıyla benzerlik taşıyor. Tabi nereden bakmak istediğinize bağlı olarak. Sonuç olarak bu kitap bütün okullarda okutulması, tahlil edilmesi zorunlu bir kitap olarak görüyorum. Eğer değeri anlaşılır ve hikayelerdeki öğütlere kulak veren nesiller elde edersek bahtiyar bir köpeğin rahatlığının onda biri kadar saadete belki erişebilir, böylece karamsar yazarlar okumak zorunda kalmayız.
Ben çocukluğumu öyle ışıklarıyla süslü, internet kafeleriyle karanlık ve sahiliyle kalabalık bir şehirde geçirmedim. Ben çocukluğumu bin bir çeşit renkleriyle süslü ağaçların ve o ağaçların gölgesinde, kil çamurundan yaptığımız arabalarla oynayarak geçirdim. Ben çocukluğumda hiç zile basıp kaçmadım mesela. Ben hiç lunaparka da gitmedim. Gitmeyi de hiç hayal etmedim. Çünkü bizim lunaparkımız daha güzeldi. Hep doğada olanla oynadık. Olmayanı hayal etmedik hiç. Ağaçlardı bizim oyun alanımız. Herkesin de bir ağacı vardı oyuncağı benimsediği. Yani herkesin bir lunaparkı vardı kimseden medet beklemediği. İşte o oyun ağaçları yazları daha güzeldi bize. Denize gidemezdik belki ama meyveyi de pazardan alıp yemezdik. Lunaparkımızda dallarıyla uzatırdı bize oyuncaklarımız. Bu yüzdende pekte fazla acıkıp oyunumuzu bozmazdık hemen. Saatlerce oynadık onlarla. Bazen atlı karıncalarımız oluverirlerdi bazen de çarpışan arabalarımız. Bazen de durağan ağaç üzerinde araba yarışı yapardık. Çok hızlı giderdik hatta o kadar hızlı ki bulutlarla yarışır güneşe selam çakardık. Bazen de akşam olur inemezdik ağacımızdan. Çok sevip de bırakamadığımız dan değil. Çünkü ağaca çıkması daha kolaydır inmekten. Her zamanda oynamadık tabi ki. Boyumuzu aşan kazmalarla tarla da kazardık biz. Güneş kızdırdığı zaman su biter eve su almaya gönderilirdik zorla. Oflayıp yerdeki taşa tekme atardık çekil önümden dercesine ama tıpış tıpış gider gelirdik. Bazen de imece ye giderdik komşuya. Yine su biterdi ve komşunun çocuğuyla kıyaslanır kim daha hızlı su getirecek derlerdi bize. Bizde gaza gelir son surat giderdik suya. Ama her zamanda gittiğimiz gibi gelmezdik. Çünkü düz yolda sel alırdı bizi dizler dirsekler yara içinde. Ama ağlamazdık ki biz, hep gülerdik. En sevdiğimiz oyunlardan biriside yaramızın kabuğunu soymaktı dirsekten. Zaman geçer o tarlalarda ekinler olur biçmeye de giderdik oraklarla, ama beceremezdik ki elimizle yolardık. Sonra birden kaybolurduk ekinler içinde. Bazen de yorulur kaçardık usulca hazır dedikodu kızışmışken. Ama en güzeli kızakla o ekinleri taşımasıydı. Ekini kızağa yükler en üstüne de biz çıkar otururduk. Dönüşte de kızak boş olur kızak üstünde türkü söylerdik. Ama hep yaz olmazdı ki bizim oralarda. Kış da olurdu ama onun öncesinde sonbahar. En çokta son baharı severdim. Çünkü kışın müjdesini verirdi bize. Hatta hiç unutmam bir son bahar günü arkadaşlarla beraber toplanıp tüm ağaçların yapraklarını dökmeye çıktık. Yapraklarını döksün ki kış daha erken gelsin dimi ama? Ne yazık ki bitiremedik yaprakları. Öğrendik ki kışa daha çok var. Bazense sabah uykudan hemen kalkmak istemezdik ta ki o müjdeyi duyuncaya dek.
Annem- -oğlum kalk yeter uyuduğun
- ya anne ya uyicam işte
-kalk az bak pencereden dışarıda ne var?
Bunun ne demek olduğunu artık öğrenen ben hemen pencereden bakardım ne kadar yağmış diye. Sonrada kapıyı açar dışarı çıkarken yüzüstü yere gömülürdüm çatıdan üzerime düşen kar kütlesiyle. Ve uzunca süre hem halime kahkahalarla gülüp hem de üzerimi temizlerdim kardan. Sonra bulduğum ilk naylonla kaymaya giderdim. Sonra kardan adam sonra yemek molası ve ıslanan yün çoraplarımızı sobada kuruturduk. Günler böyle güzel geçerdi. Bazen aşırı soğuk bazense güllük gülistanlık. Ama kıştan da sıkılırdık biz. Elde kürek tüm karları kürüyüp çimene ulaşmaya çalışırdık, Ama bir gün sonra tekrar yağardı ve biz üzülürdük. Kış uzun sürerdi ama oda biterdi. Bahar ayında çiçekler açar papatya toplar sonra geri atardık. Ağaçlar çabuk meyve versin diye sulardık mesela. Ağaçtan dal koparıp dikerdik büyüsün diye. Kar sularının oluşturduğu küçük dereciklere kozalak atar hangimizinki daha hızlı diye yarıştırır ve daha bunun gibi birçok ismi konulmamış oyunlar oynardık biz. Oynamak için hiç bir zaman bir oyuncağa ihtiyaç duymadık. Yani lafın kısası bizim lunaparkımız çok büyüktü. O kadar çok büyüktü ki hayallerimiz kadar büyük.
16 MAYIS 2013
03:33
16 MAYIS 2013
03:33
Eser sahibi Jakub Schikaneder. (1855-1924) Kendisi bir Alman. Prag'da doğmuş. Bu resmini sosyal medyada Sanat Tarihi adlı çok güzel bir sayfada gördüm. Tabi ilgimi çekti ve araştırıp resmin en büyük boyutunu buldum. Belki de daha öncesinde bu kadar büyük boyutta fotoğraf indirmemiştim. Sizler de buradan büyük boyutuna erişip resmi detaylı bir şekilde inceleyebilirsiniz. Eserin ismi başlıkta da belirttiğim üzere Evdeki Cinayet. Ressam kadın cinayetlerinin artmasına dikkat çekmek için böyle bir eser ortaya koymuş. Ancak bunu yaparken de bizlerin dedektiflik yapmasını istemiş. Öyle ki detaylar gözden kaçmaması için bu eseri 203x321cm ebadında icra etmiş. Bu zamana kadar kimse katili bulamamış. Kimse neden bu cinayetin işlendiğini bilmiyor. Belki de ressam kadın cinayetlerinin faili meçhul kaldığını anlatmak istiyordur bizlere bilemiyorum. Kadının ölümü ile ilgili şöyle bir yorum var. Kadın evde saldırıya uğrayıp bıçaklandı. Bıçaklayan ise hemen oradan kaçtı. Kadınsa yardım çağırmak için evde güç bela aşağıya indi. Hatta kapı kenarında ve duvardaki kan izlerini buna yoruyorlar. Duvara dayanıp dururken akan kanlar yerde birikinti oluşturuyor. Bir kaç adım daha atarken de dayanamayıp düşüyor ve ölüyor.
Ben bu görüşe katılmıyorum. Çünkü kadının yerdeki düşüş pozisyonu ayaktayken yere düşmüş bir pozisyona hiç benzemiyor. Aksine kadın yüksekten yani ikinci yada daha yüksek kattan aşağı atılarak öldürüldü. İkinci ve üzeri katlar tabloda yer almıyor. Buna rağmen kadının pozisyonu kesinlikle yüksekten düşüş pozisyonu olduğuna eminim. Çünkü düşmenin etkisiyle kadının belden
aşağısı yatış pozisyonunun aksi yönünde doğru kıvrılmış. Bu da ancak düşüp yere çarpmanın etkisiyle mümkün olabilir. Ayrıca kadının baş kısmından yere kan aktığı görülmekte. Öyle ki bu kan ayaktan düşen birinin kafasından akacak kandan çok daha fazla. O halde duvardaki ve kadının gerisinde kalan kan birikintisi kime ait? Kesinlikle katile ait. Katil cinayet gerçekleşmeden önce kadınla tartıştılar hatta belki de kadına şiddet uyguladı. Kadın kendini korumak için eline geçen bıçakla adamı bıçakladı. Bunun üzerine yaralı adam kadının üzerine yürüyüp onu çamdan ya da balkondan aşağı attı. Sonrasında Yaralı haliyle kapıya kadar indi. Duvara tutundu. Bir kaç adım atıp acaba öldü mü diye kadına bakındı. Bu süre zarfında yere Katilin kanları aktı. Sonrasında ise kaçıp gitti.
Kadının düşme gürültüsüne yada kadının cansız bedenini görenlerin etrafa haber vermesi üzerine yakın cevrede olanlar bir kenarda toplanmışlar ve tıpkı bizler gibi olayı çözmeye çalışıyorlar. Eliyle kadını işaret eden adam ölümün nasıl gerçekleştiği üzerine fikir beyan ediyor önlüklü yaşlı adam ise can kulağı ile büyük bir merakla dinliyor. Diğer kadınlar ise o adama doğru bakıp iyice dinleyerek nasıl olduğunu anlamaya çalışıyor. Arkada kalan bir kaç kişi ise hem yerde yatan kadını görmeye çabalıyor hem de bir yandan adamın anlattıklarına kulak veriyor. En önde ise bir kız çocuğu boynunu büküp yerde yatan kadına bakıp duruyor. Belki de tanıdığı biriydi. Benim resimde en dikkatimi çeken ise en solda kalan başını öne eğip büyük bir üzüntü duyduğunu ya da korktuğunu düşündüğüm dalgın bakışları olan kişi.
Eğer ressam katili bu eserde resmetti ise kesinlikle katil bu adamdır. Yada bu kadındır bilemiyorum. Diğerlerinin aksine kadının neden ve nasıl öldüğü ile ilgilenmiyor. Yüzündeki ifade üzüntüden ziyade korku ve dalgınlık üzere. Belki hala bu cinayeti işlemiş olmanın şoku halinde. Bu kişi erkek ise eğer ki ben öyle düşünüyorum. Kadının düşüşü üzerine kaçmasına fırsat bulamadan insanlar yavaş yavaş aşağıda toplanmaya başladı. Katil hemen üzerine bir etek geçirdi başına da örtü alıp üzerini de büyük bir örtüyle örttü. Zaten bu Hali dışarı çıkmaya niyetlenmiş bir kişinin hali gibi duruyor. Diğerlerinde böyle bir hal yok. Hepsi olayın heyecanıyla apar topar çıkmış. Kimse bu durumda üzerine örtü almayı düşünmez. Ama o almış. Böylece hem cinsiyetini hem de yaralı halini gizlemeye çalışmış. Elleri ise söylediklerimi destekler vaziyette örtünün artından karnında birleşmiş. Saçlarının da kısa olduğu dikkatinize sunarım. Ya da bu bir kadın ve yalnızca yarasını gizlemek için üzerine örtü aldı. Bilemiyorum. Ancak her durumda bu kişi diğerlerinden çok farklı. Ressam bu kişiye bir çok anlam yüklememizi istiyor. Bu kesin. Belki de Kimse kadının ölümüne üzülmeyip dedektiflik fantezisi içerisinde olurken bu kadın yerde yatan kişiye çok üzülmüş durumda. Ressam belki de bu kadına dikkat çekerek yüzümüze bunu vurmak istiyor olabilir. Ancak buna rağmen insan kendini katil kim sorusunu sorup buna cevap aramaktan kendini alamıyor.
Hasretinden Prangalar Eskittim
Seni, anlatabilmek seni. İyi çocuklara, kahramanlara. Seni anlatabilmek seni, Namussuza, halden bilmeze, Kahpe yalana. Ard-arda kaç zemheri, Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu. Dışarda gürül-gürül akan bir dünya... Bir ben uyumadım, Kaç leylim bahar, Hasretinden prangalar eskittim. Saçlarına kan gülleri takayım, Bir o yana Bir bu yana... Seni bağırabilsem seni, Dipsiz kuyulara, Akan yıldıza, Bir kibrit çöpüne varana, Okyanusun en ıssız dalgasına Düşmüş bir kibrit çöpüne. Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin, Yitirmiş öpücükleri, Payı yok, apansız inen akşamdan, Bir kadeh, bir cigara, dalıp gidene, Seni anlatabilsem seni... Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır Üşüyorum, kapama gözlerini...
Ahmet Arif
Şairin hapisteyken bu şiiri yazdığını düşünürsek eğer şiirin ilk kıtasında bir özlemle aşık olduğu kadını "iyi çocuklara ve kahramanlara" büyük bir coşkuyla anlatmak istiyor ancak hapiste olduğu için bunun mümkün olmadığı gerçeğiyle yüzleşip ilk dizeyi tekrarlayıp "Namussuza, halden bilmeze, Kahpe yalana." diyerek iç geçiriyor adeta.
İkinci kıtada ise art arda kaç zemheri yani en çetin kış ayları geçti. Kurtlar kuşlar ve zindandakiler bu havalarda uykularına dalıp baharı beklerdi ancak bir ben uyuyamadım hasretinden öyle ki kaç geceler ve baharlar geçti. Zindandakilerin ellerine ve ayaklarına bağlanan demir zincirler yani prangalarım bile eskidi ama hasretin hiç dinmeden azalmadan öyle yaşadı ki içimde hala ilk günkü gibi diyerek şair hülyalara dalıp sayıklarcasına "Saçlarına kan gülleri takayım, Bir o yana Bir bu yana..." diyor.
Üçüncü kıtada sanki bir isyan bir başkaldırı var. "Seni bağırabilsem seni," dizeleriyle başlıyor ancak bunu yapamaz. Eğer yaparsa aşkı ifşa olur. Bunun olmasını nedense istemiyor. Bu yüzden bu bağırmayı iç dökümünü dipsiz kuyulara, yapmak istiyor. Çünkü kuyunun dibi olmadığı için sesi geri yankılanmaz ve kimsecikler duyamaz. Akan yıldızlara diyerek devam ediyor uzayda yıldızların olduğu yerde de onu kimsecikler duyamaz. Hatta "bir kibrit çöpüne varana" diyerek içindeki o taşkınlığı o çaresizliği çok güzel betimliyor ve dahası o öyle bir kibrit çöpü olmalı ki "okyanusun en ıssız dalgasına düşmüş bir kibrit çöpüne" çünkü asla ve asla kıyıya vurmamalı. Vurmamalı ki aşkı ifşa olmasın.
Son kıtada ise şair geçmişe dönüp yaşadıkları sevmelerin öpücüklerin hayalini hatırlayıp, bu yaşanmışlıkların tılsımı yani büyüsü ve etkisi artık kalmamış. Çünkü zamanla hatıralar hisler yok olup gidiyor. Aniden oluveren akşamlarda buna çare değil artık. Bir kadehle cigarayla dalıp gitmiş birilerine keşke seni anlatabilsem diyerek son kez iç geçirip Sevdiği kadının yokluğunu cehennemin diğer bir adı olduğunu söyleyerek ben bu cehennemde yanarken sen gözlerini kapadığında ben üşüyorum manasındaki dizeleriyle müthiş bir imgeleme yapıyor.
Şairin bu şiiri bilindiği üzere bir çok sanatçı tarafından bestelenmiş en meşhur şiiridir. Yalnızca bu değil. Şairin bir çok şiiri bestelenmiştir. Benim de en sevdiğim hatta ezberlediğim bu şiiri paylaşmak istedim. Tabi ki bu bir yorumdur. herkese farklı duygular anlamlar hissettirir şiirler. Bu yüzden sizlere de ne hissettirdiğini bilmek isterim.
Az önce kitabı bitirdim. Tüm hikaye gözümün önünde bir film şeridi gibi akıp gitti. Sanki bir önceki hayatıma dair yaşadıklarımı yazdığım kitabımı, bu yeni hayatımda okur gibiydim. Evet kesinlikle abartmıyorum. Hissettiklerim tamda böyleydi. Henüz kitabın başlarında ana karakter zannettiğimiz Rasim, yeni mesai arkadaşı Raif beyden bahsederken "evet bu benim gelecekteki yaşlı hallerim" dedim. Ama pek üstünde durmadım. Çünkü bazen olur böyle. Kitaplardaki karakterler kendinize benzer özellikler taşıyabilir. Hikaye ilerleyip Rasim beyle Raif'in kara kaplı defterini okumaya başlayınca Raif'in kendim olduğumu hemen anladım. Kitabın bu bölümü öylesine içtenlikli anlatılmış ki ben kendimi kesinlikle bu şekilde açık ve net ifade edemezdim. Yani Sabahattin Ali beni tanımadan beni bana anlatmıştı bu kitapta. Raif karakteriyle öyle bütünleştim ki Maria Puder her Raif diye seslendiğimde sanki bana seslenilmiş gibi içim ürperdi. Raifle sevindim, Raifle üzüldüm, Raifle ağladım. Kitap bittiğinde tüm hikaye zihnimde o kadar berrak bir şekilde canlandı ki bir film uyarlamasını izlemiş olsaydım zihnimde sahneler bu kadar net canlanmazdı. Hele ki kitabın sonunda kendimden geçtim. Kendimi hiç bu kadar etkilenmiş hissetmemiştim. Hiç Şüphem yok ki benim yaşamımda Raif gibi geçip gidecek ve ben hayatım boyunca bu kitabı asla unutmayacağım. Tabi ki Kürk Mantolu Madonna olan Maria Puder'i de.
YAZAR
Ergün Fatsa
Benliğinde esir, düşlerinde hür... Biraz benliğimden biraz düşlerimden yansımalar paylaşacağım sizlere.HAFTANIN FOTOĞRAFI
ELİMDEKİ KİTAP
HAFTANIN POPÜLER YAYINLARI
-
Maketin kalıp ve kaplamalarını buradan indirebilirsiniz. https://drive.google.com/drive/folders/1FuEaEwlzApV7zcA_g22QOt9iC5H7kSST
-
Makete ait tüm parçaların kalıplarını ve kaplama resimlerini bu linkten indirebilirsiniz. https://drive.google.com/open?id=1FV6QkzaE3Gi7ub...
-
Makete ait resimleri buradan indirebilirsiniz. https://drive.google.com/folderview?id=1UiURi3WBeRmqYf9W7FBtFFuxgTF5C2M- islamın en önemli...
-
Makete ait resimleri buradan indirebilirsiniz. https://drive.google.com/folderview?i... islamın en önemli mekanlarından biride mescidi...